Bu yolculuk, hayal ettiğimizden daha fazlasıydı. 2 Kadın Anadoluda (@2kadinanadoluda) gönüllülük projemizin ilk yurt dışı seyahati, böylesi kadim topraklardan başlamalıydı! Yıllardır aklımızda dönen bir düş vardı:
İpek Yolu’nun kalbinde, tarihin gölgesinde, mavi kubbelerin altında yürümek… Ve nihayet, elimizde çantalarımız, içimizde o tanıdık heyecanla yola çıktık. “2 Kadın Anadolu’da” ruhunu bavulumuza koyduk ve Tourjuva’nın (@tourjuva) konforuyla, Özbekistan’a açıldık. Yolculuğumuz dört şehirde şekillendi: Buhara, Hive, Semerkand ve Taşkent.
Bu gezi çok zengin içerikli bir rota. Bir yazıya sığdırmak olanaksız. Size okyanustan bir kaç damla akıtabiliyorum. Mutlaka hedefinize almanızı, gezip hissetmenizi isterim. Biz haziran sonu gittik. Sıcaktı ama nem düşük olduğu için rahatsız olmadık. Nisan ve mayıs aylarında iklimin gezmek için daha iyi olduğunu söylüyorlar ama çok kalabalık oluyormuş.
Mâverâünnehir: İki Nehrin Arasında Yükselen Medeniyet
Özbekistan’ı gezerken sadece şehirler arasında değil, tarihin derin katmanlarında da dolaştık. Buhara’dan Semerkand’a uzanan yol boyunca tekrarladığımız kelime: Mâverâünnehir. Ceyhun ve Seyhun ırmakları arasında kalan, İslam coğrafyasının doğu kapısı diye anılan medeniyet havzası. Kelime anlamıyla “iki nehrin ötesi” olan bu bölge, aslında ilmin, sanatın, ticaretin ve düşüncenin merkezi.
Buralarda yürürken, yalnızca taş duvarlara değil; yüzyıllar önce bu sokaklardan geçen kervanlara, alimlere, gezginlere, dervişlere selam verdik. İpek Yolu’nun tam kalbinde yer alan Mâverâünnehir, bir anlamda dünya ile doğunun birbirine dokunduğu yer. Her kubbe, her sokak, her sessizlik o geçmişin izi.
Tarihi İpek Yolu
Henüz deniz yoluyla Akdeniz dışına seferler keşfedilmemişken, doğu ve batının en önemli ticaret ve kültürel güzergahıydı. Avrupalı tüccarlar Ceneviz ve Venedik kentlerinden gemilere binerlerdi. Korsanlara karşı güvenlik için askeri kortej halinde yola çıkarlardı. Doğu Akdeniz’den başlayarak sırayla Ege, Çanakkale boğazı, Marmara, İstanbul boğazı, Karadeniz ve Batum’a ulaşırlardı. Bu noktadan itibaren kara yolculuğu ve kervanlarla devam edilirdi. Bugünki Gürcistan, Kafkas dağları, İran ve Türki cumhuriyetlerin olduğu çöller, vahalar, vadiler, Hindikuş dağlarını aşarak Çin’e ulaşılırdı. Doğunun zenginliği ve kültürü batıya taşınıyordu. Bunlar ipek, pamuk, yün, porselen, kağıt, barut, baharat, kıymetli taşlar ve altın en önemli ticari malları oluştuyordu. Batıdan ise daha çok dokuma teknikleri ile cam geliyordu. Cam özellikle İtalya’nın adalarından temin ediliyordu.
İpek Yolu, başlangıçtan sona bir yolun bütünü olmaktan ziyade ara noktalardaki güvenlik ve sürekliliğin sağlanmasını kapsayan büyük bir lojistik, kültürel, toplumsal ağ idi. Yüklü bir hayvanın sezonuna göre gidebileceği mesafelerde kervansaraylar yapılmış, tüccarlara 3 güne kadar ücretsiz konaklama verilmiş, dinlenme, alış veriş olanakları sunulmuş, tüm süreçlerin giriş çıkış kayıtlarının tutulduğu, kervansarayda yapılan alış-verişlerden vergi hesaplanmasına kadar çok boyutlu bir sistemdi. Çok katmanlı yaşamsal ve kültürel etkileşimdi.
Sofraları ve Özbek Pilavı
Diyorlar ki “son paran kaldıysa pilav ye, son günün kaldıysa pilav ye!” Evet Özbek Pilavı güzel bir yemek. Her yerde var. Demlendikten sonra üzerine et konarak servis ediliyor. Sofrada salata mutlaka var ve bayıldım. Sarı havuç tüketiyorlar. Patlıcandan çok güzel şeyler yapıyorlar. Sebzeci olduğum herhalde belli oldu. Et çok yeniyor, ağır değil güzel. Çorba mutlaka içiyorlar. Yeşil çay, “piola” denilen küçük kaselerde içiliyor. Sofranın en genci servis ederken, en yaşlıya ilk ikramını yapıyor. Her yemekten sonra bereket ve iyi dilekler için dua ediyorlar. Bunu çok naif buldum.
Buhara: İlk Durağımız
Buhara’nın dar sokaklarında dolaşmak, Özbeklerin bir elini göğüslerine koyarak selam vermesi. Her şey o kadar sahiciydi ki… Yemek yedikten sonra ettikleri dua, taş binaların arasında yankılanan ezgiler, bir vaha gibi karşımıza çıkan meydanlar. Ve Buhara’da kadın olmak… Güvende, huzurlu, tanıdık. Diğer şehirlerinde hissettiğim gibi.
Cengizhan akınlarında taş üste taş, omuz üzerinde baş bırakmazken sağlam kalan iki tarihi bina ile karşılaşıyoruz. Biri, halkın korumak için toprak ve çamurla kapatarak höyük haline getirdiği Samanîlere ait olan türbedir. El işçiliği ile yapılmış, ikonik bir bina. Uzaktan biblo gibi. Çok özel bir yer.
İkincisi Poi Kalan meydanındaki yüksek minare. Poi Kalan büyük ve yükseklerin dibinde anlamına geliyor. Bu devasa minareyi görünce askerlerine burayı yıkmamalarını emretmiş. Gerçekten çok etkileyici. Minarenin gövdesinde ustasından bir yazı var: “Ben o kadar sağlam bir minare yaptım ki, ahirete kadar ayakta kalacak. Yerin üstünde gördüğünüz kadar boyutu yerin altında var.” Bu söz temelinin sağlamlığına vurgu yapıyor.
Buhara’ya geldiğinizde tanıdık bir kahramanla karşılaşacaksınız: Nasreddin Hoca heykeli. Bir eliyle her şey yolunda işareti yaparken, diğer eliyle gönülden selam veriyor. Bu Özbeklerde çok yaygın bir selamlaşma.
Hive: Duvarlardaki Masal
Hive… Sanki duvarların anlattığı bir masal. Her köşesinde başka bir ayrıntı. Sessiz ama güçlü. Sezonsal dinginlik içinde sadece biz vardık ve tarihin fısıltısı. Kale içindeki kaleye adım attık ve bir masala düştük. Unesco korumasında bir diyar. Canlı müzik eşliğinde akşam yemeği. Hatta Türkçe şarkılarla mest olmak. Minik meydanlara çıkan sokaklarda alışveriş tezgahlarında özellikle sevdiğim ve satın aldığım kaftanlar. Sıcaktan, güneşten korurken, insanın yürüyüşüne bir eda katıyor. Gün batımını terasta yemek yerken izlemek. “Sarbast” markalı (Özgür anlamında) yerel biralarını yudumlamak.
Kalenin içini dolaşırken efsaneleri dinlemek. Ahşap işçiliğinin en güzel örneklerine şahit olmak. Yüzlerce yıllık ahşap sütunlar üzerindeki işlemelerin anlam derinliğinde kaybolmak. İpek kumaş, ipek halı ve ahşap zanaat atölyelerini ziyaret etmek. 1000 yıllık Cuma camisinin ahşap sütunlarına sarılmak, duygu denizinde yol almak.
Hive Ellameler Müzesi’nde doğunun bilim ve ilim insanlarının keşiflerini dinlerken “ışık doğudan yükselir” felsefesini düşünmek. Alim tek branşta çalışan, Ellame bir kaç branşta uzmanlaşan anlamına geliyor. Burada çok kıymetli ellameler yer alıyor. Bîrûnî, İbni Sina gibi dünyanın tanıdığı ilim insanlarına saygıyla.
Harem bölgesinde ve kentin pek çok yerinde Zerdüştlük dönemlerinden kalma bir figür var. Çok ilgimi çekti. Erkek ile kadının birleşimi, çocuklar, aile ve sevgi sembolu olarak kullanılmış. Zerdüştlik doğayı kutsayan bir öğreti olduğu için yeşil ve turkuaz renkleri kullanılmış.
Hive’ye vedamız sazlı sözlü oldu. Folklor grubu bize özel bir gösteri düzenledi. Ruhumuzu doyasıya besleyen Hive’den harika duygularla ayrıldık.
Semerkand: Göz Alabildiğine Mavi
Büyük İskender Semerkand’ı ele geçirdikten sonra şöyle demiş “Semerkand’la ilgili duyduklarım hepsi gerçekmiş ama bir şey daha var ki duyduklarımdan çok daha güzelmiş.” demiş. Hatta Semerkand’a damat olmuş. Her zaman yemyeşil, esintisiyle sıcağı hafifleten, en yüksek rakımdaki ve yer altı suları bereketli büyüleyici kent! 2.750 yıldır var olan medeniyet simgesi. Maveraünnehir Turan’ın merkezi. (Turan, İran olmayan halklar anlamına gelir.) Eski Semerkand, bir tepelik üzerindedir. Alp Er Tunga’nın kurduğu rivayet edilen şehir, 13.yy’da Cengizhan tarafından yerle bir edilmiştir. Yeni Semerkand 14.yy’da Emir Timur tarafından kurulur.
Registan, Farsçada ‘kum meydanı’ anlamına geliyor. Registan meydanı, Orta Asya şehirlerinin çoğunda var olan ticari ve siyasi işlerin merkezi olarak kullanılır. Günlük pazarlar açılan, devletin fermanlarını duyurduğu alanlar. Semerkand Registan Meydanı, Emir Timur’un torunu Uluğ Bey (Hükümdar ve astronomi bilim ilim adamı) büyük inşaatlar başlatıyor. Bilim adına Uluğ Bey Medresesi yaptırıyor. O dönemin en fazla ilim veren medreselerinden oluyor. Karşısına kervansaray yaptırıyor. İpek Yolu tüccarları da kullanıyor. Üçüncü yapı olarak da cami yaptırıyor. Registan meydanı böylece canlılık kazanıyor. Taşa işlenen estetik, kubbelerde dolaşan renkler, gündüzü ayrı, gecesi ayrı güzel meydanı izlemek…
Emir Timur’un türbesinde ise başka bir his: Sessizlik, güç ve geçicilik. Sadeliği, özü, saygıyı hissediyorsun. Tahtı taştan. Ne altın, ne şaşaa. Kenarları bezemeli büyük taş bir blok, bahçede sergileniyor.
Türbe içindeki mozolesi koyu renk mermer, gösterişten uzak. En önemlisi başucunda kendini yetiştiren hocasının mozolesinin yer alması. Bu ne büyük bir insanlık, ne büyük saygı.
Pazar yeri Siyab Market ziyaret edilmeli. Baharatlar, kaftanlar, pilav harçları, kuru üzümler en önemlisi gündelik yaşama tanıklık etmek.
Dut ağacının elde işlenerek nasıl kağıda dönüştüğünü merak ederseniz “Konigil Meros Paper Factory, Samarkand” tam size göre. Burası geleneksel zanaatların izlenebildiği, yemyeşil bir kampüs gibi. Özbek pilavında kullanılan soğuk sıkım özel yağın yapılışı hakkında da bilgi alabilirsiniz.
Eski Semekand’daki Türbeler Nekropol’ü Shah-i Zinda (Şah-i Zinde) etkileyici ve tarihi bölge. Burasının tarihi Alp Er Tunga’nın kurduğu ilk Semerkand şehrine uzanıyor. Buralar islamiyetten önce var olan Hz. Muhammed’in kuzeni Kusem bin Abbas‘ın şehit mezarının olduğu, neredeyse bir yüzyıl sonra Arap akınlarıyla islamiyete geçen kent. Türbesini onartıp ve cami ile minare yaptıran Selçuklu sultanı Alparslan’a, taşı taş üstünde bırakmayan Cengizhan’a tanıklık eden kent. Samaniler, Karahanlılar, Harezim Şahlarının bir dönem kontrol ettiği, Hasan Sabbah, Ömer Hayyam, Nizamul Mülk gibi tarihi kişiliklerin buluştuğu o eski Semerkand. Timuriler devleti kurulduğunda Timur, yerle bir olan Semerkand’ta araştırma yaptırır. Minarenin kalıntılarını bulurlar. Onarılır ortaya çıkarılır ve yol boyu türbeler yapılır. Bugün eski Semerkand’da bu mistik yolda ilerleyip, türbeleri ziyaret ve dua edebilirsiniz. Hepsi birbirinden zarif ve ruhani.
Taşkent: Modern Şehir
Burası başkent. Düzenli, temiz. Diğer kentlerdeki mistik hava burada yok. Hatta gayet şehirli. Yeni AVM’ler, siteler yükseliyor. Mimarileri şehrin dokusunu bozmuyor, inşaat her yerde çok ama kentlerin karakterini korumuş gibiler. Durakları farklı tasarım ve konsepte sahip metrosu, büyük parkları, geniş caddeleriyle modern şehir. 2. Dünya savaşında yitirilen gençler çocuklar anısına yapılmış “Sen daim kalbimizdesin, ciğerim” yazısıyla Özbek Annesi anıtı insanın içine işliyor.
Not Defterimden:
-
Metroda gençlerin yer vermesi içimizi ısıttı.
-
Temiz tuvalet görmek, bir yolcunun yüzünü güldürür. 8 gün boyunca hiç pis wc görmedik.
-
Buhara’da restorandaki adamın selamı, belki de yolculuğun en sahici anıydı.
-
Registan’ı akşam saatlerinde de izleyin.
-
Bu topraklarda Türk etkisi hâlâ hissediliyor.
-
Kadınların sokakta güvenle yürümesi, dikkat çeken bir ayrıntıydı.
-
Vaha, vadi, mavera… bu topraklar hem şiir, hem tarih.
-
“İran ve Turan arasında bir köprü” gibi Özbekistan.
Son Söz
Bu bir “gezi” değil. Bu, yüzyılların yankısını duymak, kendine uzak bir aynada tanıdık bir yüz görmekti. Biz oradaydık. Ve şimdi her şehir, bir parçamız gibi. Tarihi İpek Yolu’nda kah kızıl çöller, kah yeşil vadilerden geçtik. Ruhumuz beslendi, artık giden Armağan ile dönen Armağan aynı değil.
Sevgiyle kalın, yollarda buluşalım,
Armağan
Haziran 2025
Not1: İpek Yolu kadar uzun bir yazı oldu. Daha da yazasım vardı, kendimi zor durdurdum. Buraya kadar okuduysanız lütfen bir yorum bırakın, kendimi iyi hissedeyim. Teşekkürler,
Not2: Geziden döndükten bir gün sonra yaşadığım kent Seferihisar’da onlarca yangın çıktı. Fırtınaya benzer şiddetli rüzgarlara rağmen güçlükle kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Biri biterken diğeri başlıyor. Zor anlar yaşadık, atlattık ama sürekli tetikteyiz. Hakkımızda hepimiz için hayırlısı olsun. Yine de “şimdi değilse ne zaman!” diyerek her şeye rağmen bir sonraki uzak Asya rotama heyecanla gün sayıyorum.
Not3: Hayat, biz planlar yaparken başımıza gelenlermiş. Bu geziyi çok istememize rağmen Banu ile birlikte yapamadık. Özel bir sebeple iptal etmek zorunda kaldı. İkimiz için gezdim, O’nun yerine de Özbek pilavı yedim.
Not4: Tur rehberimiz sevgili Cengiz Altuntaş ile yerel rehberimiz harika Türkçesi ve anlatımıyla Yulduz Amongaldiyeva’ye teşekkürler…
Leave a Reply