Bize bu kadar yakın bir açık hava müzesi olduğunun farkında bile değildik. Bursa’ya giderken önünden geçtiğimiz yön tabelası aslında buzdağının görünen kısmını oluşturuyormuş. Bozcaada ziyaretimizde tanıştığımız Bursalı aile önermeseydi, İznik aklımıza gelmeyecekti.
Bu sefer otel işini Fatih araştırdı, buldu. Cem Otel, göl manzaralı, tertemiz. İlk gece rezervuarın azizliği tuttu, mütemadiyen su sesi verdi, gecenin 02’sinde uyanıp, 05.30’a kadar uyumaya çalıştım. Fatih mışıl mışıl nasıl uyudu anlamadım ama sonunda sızmışım. Ertesi gün tamir etmek bir yana hemen yenisiyle değiştirdiler.
İznik Gölünün yayın balığı meşhurmuş. Devasa boyutlara ulaşabilen, tipi korkunç, heybetli bir balık. Izgara şiş ya da kızartması yapılıyor. Tanışmadığım balıkları pek yemem, hatta Ege balıkları dışında hamsiye sonradan alıştım, yayın balığına da temkinli yaklaştım ama tadı güzel. Daha doğrusu balık gibi değil de et gibi geldi bana.
İznik, geniş surlar içinde dört yolla ayrılmış bir alan. Antik tiyatrodan, tarihi kiliselere kadar Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi büyük medeniyetler gelmiş geçmiş. Ayasofya Kilisesi 7.Konsil’e ev sahipliği yapmış. Biz 7.Konsil ne demek ezbere bilmiyorduk elbette. Yüzlerce sayıdaki İncil?in dörde indirildiği söyleniyor, internete girince başka başka bilgiler de karşınıza çıkıyor. Surların birkaç tane kapısı var. İstanbul, Lefke bunlardan önemlileri. Sonradan olma, pazarcıların kamyonetlerini rahat sokmak için genişlettikleri yeni kapılar da mevcutmuş. Söylentiye göre sezonda İznik halkı zeytin basmak için, surları oluşturan tuğlaları duvardan söküp kullanıyormuş. Düşünsenize, binlerce yıllık bir tarihi kentten bahsediyoruz ama halkı birer birer eritiyor. Halk mı suçlu, devlet mi suçlu, yoksa bizim genlerimizde tarih ve sanata sahip çıkmama geni mi var anlamadım.
Göl muazzam bir manzara. Etrafı yürüyüş yolları, çınar ağaçları ile kaplı. Çay bahçeleri var. Güneşin batışı da muazzam. Hele ikinci gün bulutlar, bir büyü kattı ki sormayın.
İznik Çini’sine gerçekten gönül vermiş, yıllarını buna adamış, sanatkar insanlarla tanıştık. Sanat bana göre bir insanlık tozu. Üzerine bu tozdan alan insanın değerleri, duruşu bir başka oluyor. Sanat Atölyesi kuran Adil Can ve Nursan Güven çifti, nezaketleri, 30 yıla yakın birikimleri, mücadeleleri, çiniciliğe katkıları nedeniyle insanda saygı duygusu uyandırıyor. Yanlarında çalışan Adalet ise Van’dan yüksel okul için gelmiş, okulu bitirmiş ve çalışmaya başlamış. Gencecik elleriyle çok güzel desenler ortaya çıkarıyor. Diğer yandan tarihi hamamın yanındaki çiniciler çarşısında Türkan Gençtürk de gönlünü çiniye verenlerden. Yaptığı eserlerin hepsi güzel, satın aldığım takıların deseni sonsuzluğu simgeliyormuş.
Çinicilik sabır isteyen, yürek isteyen bir iş. Her biri el emeği, her biri eşsiz. Binlerce yıldan süzülen gelenek ve yeteneğe sahip çıkmak kolay değil. Çinicilikle uğraşanlara bu sebeple hürmet etmek lazım.
Burnumuzun dibinde eşsiz bir tarih yatıyormuş, dokunmak bu haftaya kısmet oldu. Kim bilir daha ne hikayeler var. İşte bu yüzden fotoğraf çekme bahanesiyle başlattığımız gezilere devam edeceğiz. Ancak, Fatih de ben de ortak bir kanıya vardık. Tarihi ya da doğal miraslarımızı hak ettiği ölçüde korumuyoruz. Yaşadığımız kentlerin estetiği yok. Herkes kendi kafasına göre binasını yapmış, ister çatı koymuş, ister koymamış. İster sıvasını bitirmiş boyamış, ister tuğlalı oturuyor. Binaların birbiriyle uyumu yok, kentlerin dokusu yok. Şehir ve bölge planlamacılar belediyelerde çalışmıyor mu? Yoksa belediyeler kafasına göre ruhsat mı veriyor? Oysa kentlerin de kimliği var. Kimlik kendimizde başlıyor, yaşadığımız yerlere sirayet ediyor. Ne kadar kimlik, o kadar estetik!
Armağan Portakal
10.10.2011
Leave a Reply