Hafta sonu Edirne’ye gittik. Cumartesi sabah yola çıktık. Belki 30 dk önce çıksaydık TEM’deki 100’den fazla aracın birbirine girdiği zincirleme kazaya denk gelebilirdik, sabah biraz uyumayı tercih ettiğimiz için şanslıyız. Her zaman erken kalkan yol almıyor demek ki!
Edirne için seçtiğim kelime: HUZUR. Şehir nasıl biliyor musunuz? Sakin, mütevazı, dingin. Acelesi yok ama nereye gideceğini biliyor. Bizim bildiğimiz kadar O’nun unuttuğu var, duruşundan belli. Büyük şehirlerde özellikle İstanbul’da nereye baksam görmeye alıştığım kentsel dönüşüm projeleri adı altındaki kocaman binalar, siteler, inşaatlar burada yok. Varsa da biz görmedik. Diğer yandan öğrenciler ile cıvıl cıvıl yaşıyor. Bu şehrin kalbi atıyor! Mesela, çok yoruldun, kafanda bin tane düşünceyle gider annenin dizine yatıverirsin ya. İçini bir huzur kaplar, Edirne işte tam bu!
Çok mu uzattım ama ne yapayım söyleyene değil, söyletene bakın diyorum. Edirne bu, olgun, anlayışlı?
Kaldığımız otel şahaneydi. İnternetten bulduğum Hotel Edirne Palace yepyeni, gıcır gıcır, tertemiz. Eşyaları odaya atıp ilk keşif adımı için sokağa çıktığım anda yan komşunun ciddi bakışlı yakışıklı çocuğu ile karşılaştık. Ciddi bakışlı, çünkü ne istediğini şimdiden biliyor. Veteriner olmayı kafasına koymuş.
Edirne’ye girdiğimizde caddede arka arkaya yürüyen atları görüp gülmüştük. Selimiye Camii’ne gittiğimizde de karşımıza çıkmasınlar mı? Onlar ana-kız, otlayarak dolaşıyorlar. Sizinle de tanışsınlar…
Necip Usta’nın macunu gerçekten pek güzel. Baba mesleği. Su muhallebisi, macun, koz helva, dondurma 100 yıldır yapıyorlarmış.
Selimiye’nin içi çok ferah Sultan Ahmet Camii gibi. İnsanın içi açılıyor. Tam ortada mini bir havuz var, su içiliyor. Gezen vatandaşlar ters lale aramaya başladılar. Sütunlardan birinde gerçekten ters lale figürü var. Hikayesini anlattılar: “Selimiye Camii için arazi alınmış ama tam orta yerine denk gelen ufak bahçe yaşlı bir nineninmiş ve arsasını vermeye yanaşmıyormuş. Sultan Süleyman’a rağmen. Gel zaman git zaman razı olmuş vermiş bahçeyi. Mimar Sinan da bunu anlatmak için sütunlardan birine ters lale nakşetmiş.
Tunca ve Meriç ırmaklarını merak ettim. Fatih daha önce haber dolayısıyla defalarca geldiği için biliyor tabi, rehberliği çok işime yarıyor…Tunca nehri kıyısında bir amca, yere çömelmiş dalgın dalgın bakıyordu. Fotoğrafını çekmek için izin istedim. Olur dedi. Sorularıma yanıt vermedi ben de rahatsız etmek istemedim. Çünkü, yüzündeki hüzüni O’nu bir an önce rahat bırakmamı söylüyordu.
Köprüde yürürken bir dede-toruna rastladım. Ellerindeki kuru yaprakları nehre atıp kahkahalarla gülüyorlardı. İnsan isterse mutlu olmayı becerebilir. Zaten hep söylerim mutluluk akıl işidir ve üretmek gerekir. Ufak yapraklar nehre düşerken nasıl güzel bir fırıldak ve konfeti görüntüsü veriyor anlatamam. Gösteremem de çünkü çekemedim. Ama dede-torunu izinleriyle çektim. Kadrajı tam ayarlayamadım ama yüzlerindeki mutluluğu sanırım yakaladım.
Tunca’yı geçince Meriç nehri geliyor. Hafif sis ile mistik bir görüntüsü var. Üzerlerinde tarihi köprüler. İnsanlar için yapılmış, arabalar geçiyor, bana mısın demiyor maaşallah.
Yol levhalarında SELANİK yazısını görmeyi beklemiyordum açıkçası. Çok hoşuma gittiğini söylemeliyim.
E biraz dinlenip sahlep içmeyi hakettik. Öğrencilerin takıldığı nehir kıyısındaki kafeye oturduk. Üç güzel genç kız birbirlerine poz veriyorlardı, ben de bu fırsatı kaçırmak istemedim elbette. Müsaadeleriyle birkaç portre denemesi yaptım.
Son olarak da II.Beyazıd Külliyesi’ne gittik. Şifahane, tıp medresesi, psikiyatr merkezi. O devre göre muazzam bir yer. Annemle telefonda görüştüğümüzde mutlaka görmemizi söyleyene kadar gitmeyi planladığımız yer değildi. Maketlerle çok güzel canlandırmışlar. Bir de eski devirlerde yaşamadığımıza şükrettik. Tıp aletlerini görün ne demek istediğimi anlarsınız!
Edirne, sen ne güzel şeysin. Sadece güzel değil, kaprissiz, olgun, bilginsin. Seni anlamak için 1.5 gün asla yetmez ama sen o kısacık günde yüreğimize işlemeyi başardın.
Armağan Portakal
05.12.2011
Leave a Reply