EDİNBURGH 1

792 446 Armağan Portakal

04-12 Ağustos 2013

Not: Fotoğraflarımla hazırladığım videolar sayfanın en altındadır!

Kıştan belliydi İskoçya’ya gideceğimiz. Yaz aylarını dilediğim gibi geçirebilmek için çok gayret ettim. Bir ara sabah 05.00 akşam 01.00 arası çalışıyordum ki bu yıl ilk defa ağzımdan “yoruldum” kelimesi çıktı. Fatih ile birlikte yapacağımız ilk yurt dışı seyahatimiz olacaktı, Asıl amacım fotoğraf çekmekti. Her zaman yanında makinesini taşıyan biri değilim ve gerçekten fotoğrafa ruhen hazırlanarak gidiyorum. İçimi dalga dalga bir heyecan sarması çok hoşuma gidiyor. Sanki fotoğraf çekme modum var ve o yükleniyor bedenime, zihnime… Bu motivasyonumu düşürmemek için baştan anlaşma yaptık. Yasak cümleleri belirledik: ‘Hadi artık burada çok çektin gidelim ya da ne var burada neyi çekiyorsun’ gibi ifadeler kullanılmayacak. Sonuç, mükemmel! Bir kere müdahale edecek oldu hemen toparladı ve bir daha da tekrarlamadı. Hatta yardım ederek asistanlık bile yaptı 🙂

İskoçya’nın filmlerde gördüğümüz yüksek ve yemyeşil dağlarını merak ederek çıktık yola. İngiltere vizemizi her zaman ki gibi arkadaşlarım Travelbag firması ile kolayca hallettikten sonra Expedia web sitesinden uçuş+konaklama olarak kampanyalı fiyatlarla bir paket buldum. Edinburgh’ta konaklamayı tercih ettik. Sebebi başkent olmasından ziyade büyük şehir olması. Bunun anlamı: Etkinlikler, turlar, yakın bölgelere geziler gibi seçenekler daha fazla ve gidiş-dönüş ulaşım kolaylığı var demek.

Yurt dışına çıkmadan önce gideceğim şehirde “photo tour” ararım. Çünkü günlük teknik gezilere katılarak yeni şeyler öğrenmek, şehri o profesyonel ekiple de gezmek hoşuma gider. Google ve twitter’ı araştırırım. Gözüme kestirdiğim sitelere mail ya da tweet atarım. Geri dönenler candır. İnternet üzerinden satışları varsa hemen alırım ve seyahat planımda o günü işaretlerim. Kalan günlere müzeler, parklar, mutlaka şehir turları, sokaklar, yakın şehirler gibi genel başlıkları koyarım. Araya her zaman spesiyalite etkinlikler girecektir. Fotoğraf turu için James Christie çok iyi bir seçenek. Dört saatlik şehir turunda sürekli teknik bilgi verdi, unuttuklarımı hatırlattı, yeni fikirler ve ışıklar oluşturdu. Değişik ülkelerden katılanlarla, teknik geziden dolu dolu ayrıldım. (detay için tıklayınız)

Sonra şehirdeki etkinliklere dair takip edebileceğim tweet hesapları bulurum. Mesela, Visitscotland, EPT Limited, What’s on Scotland, Edinburgh Guide Eh1, Edinburgh247, Edinburgh festivals gibi hesapları takibe aldım. Bilmediğim yerleri keşfetmek için rutin hareketlerim bunlar. Genellikle bu web sitelerinde orada metro mu, otobüs mü var, günlük haftalık bilet oluyor mu gibi ulaşım sorularının cevapları da oluyor. Ayrıca, karşıma çıkarsa bir kaç blog yazısı da fena olmaz. Havaalanından Airlink100 otobüsleri ile şehre kolayca gidebilir, gidiş-dönüş biletinizi alabilirsiniz. 10 dakikada bir kalktığı için rahat ve ucuz bir seçenek. Havaalanından ayrılmadan haritamızı aldık. Benim tercihim Collins, çünkü kolay bir harita.

Aslında gideceğim yerle ilgili yukarıdaki araştırmalar tamamen teknik çalışma. Yani, nereyi gezeceğim, nereye gideyim türünden standart gezilecek yerler listesi hazırlamıyorum. O kısım, oraya varınca şekilleniyor. Çünkü, şehirler yaşayan şeyler. Herkesin gördüğü, webe girince ulaştığı şeyleri görmek değil benim derdim. Ben kendi gözlerimle neyi göreceğim, bunu merak ederim. Ve şanslıyımdır karşıma hep güzel anılar çıkar. Tıpkı, Edinburgh’ta olduğu gibi. Her sokağı canlandıran, renklendiren, hayat veren FRINGE Festival gibi…

Otele yerleşince de lobideki bütün gezi, tanıtım broşürlerini toplarım ve odada inceleyerek ayıklar, gezi planımı hazırlarım. Demirbaş olarak nitelediğim Edinburgh World Heritage broşüründe mini bir harita dahil, duyuru, etkinlik, kısa tarih, fırsat vs bir sürü bilgi var.

Dağları görmek için 12 saatlik bir tur bulduk. İnsan bu kadar uzun tura katılır mı diye düşünmeyin ve nasıl geçti anlamadık. Yoldaki kasabalar, manzaralar, saatlerce bitmeyen orman ve yeşil doyumsuz. Highland Experience firmasının bir ve daha fazla günleri içeren çeşitli seçenekleri var. Bu tur firması Royal Mile denen çok merkezi bir cadde üzerinde, buluşam noktası da öyle. Şoför aynı zamanda rehberlik yapıyor, mikrofonla bilgi aktarıyor. Kurguyu çok güzel yapmışlar canlı anlatım bitince geçmişi canlandıran teatral seslendirme ve müzik yayınlanıyordu. Loch Ness bölgesi bizdeki Van Gölü canavarı gibi hikayesi ile ünlü. Tüm promosyonlar yeşil sevimli canavar figürlü. Fakat, önemli bir ayrıcalık şu ki, kocaman bölgede bir tane turistik tesis var ve doğanın bozulmaması için artırmıyorlar da. Yani, “Aman buraya talep var, 5 otel, 8 tesis yapalım, deniz önünde, orman arkanda” diyerek ağaç katliamı başlatmamışlar, başlatmaya da niyetleri görünmüyor.

Şehrin merkezinde Waverley tren istasyonuna gidersiniz Glasgow için gidiş-dönüş bileti alırsınız ve trene kurulursunuz. Yaklaşık 1 saat sonra merkezdesiniz. George Square kapısından çıkarsanız karşınızda şehir turları durağını ve kuyrukta bekleyenleri göreceksiniz. Bizim bir günümüz olduğu için turla değerlendirelim istedik. Şehir turlarında istediğiniz durakta inebilir, sonra aynı firmanın diğer otobüslerine binerek devam edebilirsiniz. Riverside Museum durağında indik, önemli bir mimar tarafından tasarlanmış müzede endüstri geçmişi sergileniyor. Bazı parçalar, mesela kocaman tekerli bebek arabaları, radyolar nostalji yarattı. Glasgow’u pek sevmedim. Edinburgh’un havası yok, endüstri ile bozulmuş gibi geldi. GoMA (Gallery of Modern Art) uğrayın derim. Çok yakınında güzel cafeler var. Kahve ya da şarabınızı yudumlarken etrafı da seyretmiş ve dinlenmiş olursunuz.

Highland turu satın aldığımız firmaya gidebileceğimiz deniz kasabası sorduk, iki seçenek sundu. Trenle 30 dakika olanını tercih ettik ve North Berwick’e gittik. Masal gibi bir yer. Sanki, şehir değil de tiyatro sahnesi. Denizin kenarında, yüksek gel-gitler yaşanan, yelken yarışları yapılan ve golfüyle çok ünlü ufak şirin bir kent. Büyüleniyor insan. İskoçya’da geçirdiğimiz tüm süre boyunca olduğu gibi orada da kibar insanlar vardı ve nezaket her zaman başroldeydi.

Edinburgh’ta Dynamic Earth Museum’u görmelisiniz. İçerde üç boyutlu bir yolculuğa çıkacak, gezegenlerin oluşumuna tanıklık edeceksiniz.

Ve FRINGE Festival! Bir şehir bu kadar güzel nasıl olabilir! Elbette sanatın katkısıyla. Sanatın, her sokakta yeşermesi ne kadar güzel! İmreniyorum ve burada heykellere ucube dendiği için de utanıyorum. Oysa sanat yoksa insanlık eksik kalıyor. Duyuları, duyarlılığı, nezaketi, mizahı, zekayı, gelişmeyi kendinden uzak tutuyor. Ve üretkenliği… Şehrin sokaklarındaki sanat, şehre can katıyor. Çok etkilendim. Fringe festivali 3000’e yakın performans barındırıyor. Sokaklarda, cafelerde, kitapçılarda, barlarda… Müzik, ilüzyon, tiyatro, tek kişilik performanslar, sololar, korolar, kostümler… Renkli, canlı… Kelimelerim anlatmaya yetmiyor ve sürekli “yaşayan sokaklar” diye tekrarladığımı hissediyorum. Bir sürü gösteri izledik. La Chambers Street’te The Jazz Bar’da güzel bir caz, blues, rock performansı dinledik…

Edinburgh kalesini her gün gördük ama otel odasından ya da caddede yürürken. Gezmedik, çok da merak etmedim nedense. Sokaklar benim için daha büyüleyici idi.

Point Hotel’de kaldık, Old Town yani tam merkezde idi. Köşe başında tarihi bir bina. Tadilatla yenileniyordu. Otelden çıkıp sağa yürüyünce Grassmarket isimli, tarihi ufak bir merkez var. Kaleyi gören manzarası, şirin cafeleriyle sempatik bir yer. Oraya yakın konaklamanızı öneririm. Yılda üç gün (ağustos ayının ilk üç cumartesi günü) yapıldığı söylenen geleneksel pazara rastladık. Ne kadar güzeldi tezgahlar. Antikalar, eskiler, nostaljiler… Sanırım dört saat hem alışveriş hem de fotoğrafla geçirdim. Oradan yukarı doğru Victoria Streeti geçince Royal Mile’e ulaşıyorsunuz… Royal Mile demek festival demek, kale yolu demek…

Cafeleri, kitapçıları, restaurantları yüzlerce yıldır aynı yerde hizmet veriyor gibiydi. Her dükkanda bir yaşanmışlık hissettim. Sanki duvara asılan bir resim binlerce yıldır oradaymış gibi… Eskinin değeri, modernin pratikliği ve konforu öyle güzel bütünleşmiş ki. Birbirini ezmiyor, aksine birbiriyle güçlenerek duruyor gibi. Bunu başarmışlar. Buna da imrendim. Bizim canım binalarımız, ormanlarımız, koylarımızın hoyratça savrulması aklınıza gelmiyor mu?

Edinburgh’u çok sevdik. Ben tek başıma gitmiş olsaydım paramı daha çok müze gezmek için ayırır, yemeği sandviçle geçiştirirdim ama Fatih damak zevkine daha düşkün. Güzel yemekler denedik. Cafelerde oturduk dinlendik. Bu benim için de iyi oldu. Çünkü fotoğraf için yürümeye başladığımda, sırtımda taşıdığım ağırlığı da düşününce, yorulduğumu anlamıyorum ve pert olana kadar devam ediyorum.

İskoçlar kibar, nazik, yardımsever. Hizmet sektöründe çalışanlar profesyonel ve güler yüzlü. Sizi öyle bir karşılıyorlar ki sanki rezerve masanız var ve çok önemli bir müşterisiniz… Pozitif dalga hemen yayılıyor. Toplumsal konforlarına dikkat ediyorlar. Mesela genel tuvaletleri tertemiz. Çok önemli ihtiyaç olduğundan ilk dikkat ettiğim noktaların başında gelir. Sanırım tuvaletlerde önceki-sonraki olarak gösterilen özen, medeniyetin ve birbirine saygının ifadesi. Bu bir ölçüt olsa gerek.

Uzun bir yazı oldu. Gidiş dönüş THY uçağında romantik filmler izledim. AustraliaNights in RodantheA Good Year ve A Lake House… Hepsinin ortak noktası şuydu. Eşsiz ve sıradışı manzaralar, muhteşem doğa, evler, bağlar, göller, denizler…

NOT: Geleneksel etekleriyle İskoç erkeklerini gördüm. Bu kadar mı yakışır bir etek bir erkeğe! Etekleri savura savura, ayaklarındaki postalları vura vura, erkekçe yürümek, eteğini savurarak oturmak bu kadar çekici olabilir mi bir erkekte! Genci ya da yaşlısı geleneksel etek ve bütünleyen aksesuarlarıyla farklı, farkedilir ve elegan duruyordu.

Sevgiyle,

Leave a Reply

Your email address will not be published.