Bir zamanlar Kopenhag’ta

1024 768 Armağan Portakal

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal, pireler berber iken. Bir sıcak ağustos gecesi iki dost aile buluşmuş. Havadan sudan, dereden tepeden konuşmuşlar. Bir aile demiş ki “En çok merak ettiğim şehir Kopenhag!” Bunu duyan diğer aile ne dese beğenirsiniz “Biz iki gün sonra Kopenhag’a gidiyoruz. Hadi siz de gelin!” Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

Yaaa bir zamanlar böyleydi. Pasaportlarımızın süresi bol, şengen vizemiz uzundu. Zamanımız var, gezmek mümkündü. Şimdi, zaman yine var ama gezmek namümkün. Nasıl denk geldiyse pasaport sürem de bitti, şengen vizem de… Yani evren bana otur oturduğun yerde diyor. Üzerinden epey zaman geçti ama yazmak Korona günlerine kısmetmiş. Bol bol resim, kısa kısa notlar düşeceğim. Didiklemek size kalsın. Hazır lop yok 🙂

Biz, o gece akıllı telefonlarımızdan hemen biletleri aldık. Oteli Booking.com ile ayarladık. Şehir merkezinde Phoenix Copenhagen tavsiye ederim. Şimdi, aklımda kaldığı kadarıyla yazayım ve tarihe not düşeyim. Oradaydım 🙂

Sakin bir kent. Liman. Gemiler. Seyirlik ve gezilik eski gemiler. Bolca halat. Cafeler. Restoranlar. Vitrinlerde kuzeyin yalınlığı. Renkli binalar. Açılan köprüler. Bisikletler. Ve bize kalan bolca güzel sohbet, anı… Çok pahalı bir şehir olduğunu söylemeliyim. Hele hele avro bu kadar yüksekken can yakar.

Tasarım Müzesi

Müzeleri seversiniz öyle mi? O zaman Design Museum Denmark size göre. Ben tek başıma gezdim. Meraklısına bir not: cafesi çok güzel.

Mormors Café

Bayıldığım yer. Otelimize yakındı. Tasarım müzesine de. İki buçuk gün kaldığımız kentte 3 kere gittik. Anlamı anneannemin demekmiş. İçerideki hava da öyle. Büfeler, biblolar, örgüler… Kahvesi güzel. Sandviçler efsane. Saran sarmalayan tatlı bir eneji var burada…

Chiristiania

Adım atınca kapıdan içeri, Avrupa Birliği dışındasınız. Özerk mi desem, özel mi desem. Kendi içinde cumhuriyet mi desem. Çevreci mi desem, adil mi desem… Bir arayış, farkındalık, başkaldırı var o kesin. Bir felsefeleri olabilir çevre, dünya düzeni, adalet, eşitlik üzerine ama… Bunu hissedemedim ya da bana geçmedi diyeyim. Pis, ağır kokulu… Kenevir yetişiyor saksılarda. Anlayın işte. Kendi içinde düzeni olan özel bir bölge burası. Belki ilk hareket güzeldi, şimdi turist dolu. Ama siz bana bakmayın, anlamamış olabilirim. (Ben temizlik ve fikir yanyana olsun diyenlerdenim.) Fikri de öldürmeyeyim, güçlü mesajlar var içerde.

Tivoli Bahçeleri

Muazzam. Şehrin merkezinde onlarca dönüm üzerinde bir park. 19. yüzyılda kurulmuş. Eğlence, yeme-içme, konser alanları, göller, yürüme parkurlarıyla dolu. Giriş ücretli. Kopenhag’ın pahalı olduğunu söylemiştim, mutsuz olmamak için liraya çevirerek harcama yapmayın derim. Acıyı azaltıyor. Çok kalabalık olacağını unutmayın, dönümlerce arazi olsa da insanlar küme küme illa ki…

The Pescatarian Michelin Ödüllü

Sadece deniz ürünü yemek anlamına geliyor. (Vejetaryan sebze yiyen mesela) Burası Michelin yıldızlı bir restoran. Rezervasyonu arkadaşımız Mert ve Seda yaptırmıştı. Zaten rezervasyon şart. Bir caddenin sokağa dönen köşesindeki mütevazı yer. Hatta köşedeki kapıdan 2-3 basamakla içeri giriyorsunuz. Mekan da öyle kaldırımdan aşağıda ve yürüyen bacakları görüyorsunuz. Bu yalınlık beni mest ediyor işte. Şatafata gerek kalmadan ÖZ olması. Set menüler ısmarlayabiliyorsunuz. Ucuz değil. Ama lezzetli. Her yemeği salon şefi tek tek anlatıyor. Bu nazik çabaya bile değer ödediğiniz ücret. Temiz sofra. Gürültüsüz ortam.

Doğal Tarih Müzesi

Bayılırım bu müzelere. En çok Viyana’dakini sevdim. Etkilenmek daha doğru anlatır hissimi. Sonra New York’taki. Kopenhag müzesi ufak, butik bir müze denebilir. Bana göre eser sayısı az ama mesajı vermeye yetiyor. Yani insanoğlu olarak ufacık olduğumuzu. Ve bendeniz taşlara, kayalar inanılmaz hayranımdır. Şansıma süreli sergi vardı. Doğadan ilhamla moda konulu. 

Başka ne yapabilirsiniz?

Dondurma yiyin mesela. Parklarda dolaşın mis gibi. Bira için ya da şarap. Mutlaka kahve. Küçük deniz kızı heykelinin fotoğrafını çekin. Nyhavn bölgesindeki renkli binaları izleyin. Hayıflanın sonra vay bizdeki şehircilik niye böyle diye. Sahi niye böyle?

Niye deniz kızı fotoğrafı koymadım? Orası çok kalabalık. İnsanlar üstüste vaziyette fotoğraf çekmeye çalışıyor. Güneşin pozisyonu önemli. Deniz kızının yüzü aydınlanmıyordu. Gölgeliydi. Belki, rahatsız oluyordur, koymuyorum. Onun yerine başka bir parktan başka bir heykel paylaşıyorum. Bize çıplaklığıyla gerçeği söylüyor…Hazır mıyız?

Ama ufak bir girişim örneğini buraya bırakayım. Bir cafe hem de mobil…

Veee yazımın sonuna geldim. Spontan gelişmişti. Çok keyifli geçmişti. Anılar damağımızda, zihnimizde ve burada… İyi ki gitmişiz gençler 🙂 İyi ki varsınız…  

Sevgiyle, sağlıkla, güzel günler aşkına…

Armağan

6 Nisan 2020

(Gezi tarihi Ağustos 2019)

Leave a Reply

Your email address will not be published.