Şöyle bizim oralara uzanıverdik. Doğduğum yer Salihli’ye gidince yakın civar dolaşıverdik. Aslında görecek çok yer var, kalanı sonraki zamanlarda. İstanbul’u ne kadar çok sevsem de, Ege deyince şöyle dururum. Denizin rengi, balığın tadı, yemekleri, bağları, ovaları, yeşili, kentleri, medeniyeti bir başka. Fatih ve benim Egeli oluşumuzdan mıdır nedir, bize farklı gelir. Hele ben kuzey Ege’yi daha mistik ve kendine özgü bulurum.
Bahar aylarında İzmir’den Salihli’ye giderseniz yol boyunca bağlara, bağların uyanışına, deniz gibi uzanan yeşil ovaya hayran olursunuz. Bu sefer mevsim kış ama hava güzeldi, yeşiller sarıya kırmızıya çalıyordu.
Önce Allahdiyen’e gittik. Yüksek bir tepeye, dik virajlarla kıvrılarak çıkıyorsunuz. Salihli’ye çok yakın ve Kurşunlu Kaplıcaları’ndan tabelaları takip ediyorsunuz. Kirazı meşhur ama ne kiraz! Kocaman, bordo, lezzetli. Kahvede çay içerken yerlisi Samet ile sohbet ettik. “Ormaniye” ve “Duman parası” kavramlarını ilk kez duymuş olduk. Manzara harika. Ufak bir köy. Yazlık olarak kullanılan güzel evler de var. Tam yayla hayatı.
Bozdağ yani bildiğim Bozdağ beni şaşırttı. Neden mi? Ben Bozdağ’ı neden yemyeşil, yüksek çınarlar, yüksek kestane ağaçları olarak biliyorum…Çünkü annem hatıralarını anlatırken hep bunlardan bahseder. Çocukken yaz aylarında Bozdağ’da ev tutarlarmış. Çocukluğuna dair anlattığı hikayelerle gözümde öyle canlanıyordu ki Bozdağ’ı tüm boz ve çıplaklığıyla görünce tuhaf oldum. Kasabanın merkezi yine yeşillik ama kayak merkezinin olduğu taraflar falan çoğunlukla boz.
Gezinin en yeşil kısmı Birgi oldu. Ödemiş’e çok yakın, yanı başında denebilir. Dünya Kültür Mirası olarak koruma altındaymış, şehre girer girmez bunu hissediyorsunuz. Safranbolu’da da aynı duyguya kapılmıştık. Profesyonel bir el değmiş, kaderine terkedilmemiş havası belli oluyor. Çok keyifli, çok güzel, geçmişi zengin, binlerce yıllık eşsiz bir kent. Lidya, Pers, Bergama, Roma, Bizans medeniyetlerine ev sahipliği yapmış. Beylikler zamanında Aydınoğulları Beyliği’nin başkenti olmuş, ilk tıp bayramı kutlanmış. Gazi Umur Bey, İzmir’i Bizans’tan alan, kısacık hayatına çok önemli başarılar ve zaferler işleyen, ismi duyulmadık büyük kahramanlardan biri. Aydınoğlu beyi Gazi Umur Bey, ömrü savaşlarda geçtiği için başkent Birgi’de sadece birkaç gün kaldığı söyleniyor.
Birgi’de Güldane teyzenin tezgahından gözleme yedik. Isırgan otluydu ve nefisti. Bir elma ikram etti ki biz artık yediklerimize elma demeyelim. Suni şeyler yüzünden elmanın tadını unutmuşuz. Görünüşü marketten aldığımız düz sarı elma ama sulu, tatlı, hafif mayhoş, kokulu aman yarabbim o elma değil, başka türlü bir şey!
Şimdi, tüm bu güzellikleri okuduktan sonra gelelim sadede!!! Altın arayıcı cellatlar, buraya da dadanmış. Duyduğumuza göre yedi şirket altın arama ruhsatı çıkarmak için uğraşıyormuş. Kaz Dağlarından sonra buraları da kazın, yok edin, iliğini kemiğini sömürün, altını üstünü tüketin, posasını bırakıp gidin. Kapitalizm bu işte. Senin gözünü boyar, eline bir parmak bal sürer (sahte bal elbette), seni soyar gider. Paranın yüzü biz insanoğluna hoş gelir, yasalar aciz kalır, doğa sahipsiz…
Bu gezide de portre denemesi yeteri kadar yapamadım. Sebebi deneyimsiz olmam. Portre eğitimini yakın zamanda alacağım. Ondan sonra denemelere cesaret edeceğim. Rahatsız ediyor muyum, bekletiyor muyum, sıkıyor muyum diye bir sürü endişeyle çekim yapamıyorum. Oysa Güldane teyzenin hamur açan, kınalı ellerine zoom yapabilmeliydim, bunu düşünmeliydim.
Neyse her şey zamanla “Aklım başıma gele gele”
Sevgiyle kalın,
Armağan Portakal
14.11.2011
Leave a Reply