VİYANA

692 518 Armağan Portakal

Viyana: Mütevazı ve derin!

Önce şunu söylemeliyim, Viyana’ya bahar mevsiminde gelmek lazım. Benim ziyaretim mart sonu oldu, ağaçlar tomurcuk doluydu. Tek tük çiçeğe bezenmiş ağaçları görünce hepsi açtığında nasıl hülyali bir resim ortaya çıkacak merak ediyorum doğrusu.

Viyana’yı bir insan gibi hayal edersem, ortayaşlarında, sağlıklı, fit, yakışıklı bir erkek canlanıyor zihnimde. Kültürlü, bilgili, iyi eğitimli… Sade, gündelik ve markasız kıyafetler giyen fakat her hareketinde asaletinin işaretleri ortaya çıkan bir erkek. Bıçağı becerikli ve nazik tutuşundan, çatalı ağzına kibarca götürüşünden, lokmaları kibarca çiğneyişinden, gülüşünden, oturuşundan, kalkışından anlarsınız ya zarafeti, öyle işte… Planlı, kontrollu, etrafında olan bitenin farkında, güveneceğiniz biri ama mesafeli. İnce bir çizgi var herkesle arasında. Sır ve bilgi dolu bir kutu gibi. Mütevazı ama derin bir kent.

Viyana milattan önceki dönemlerde kurulmuş. 1815 yılında Viyana Kongresinde Avrupanın geleceğini şekillendirmişler. 1875’den sonra dünya şehri olmaya başlamış. Gelirinin önemli bölümünü turizmden kazanan Viyana son 10-15 yılda kendini yeniden yapılandırarak gelişmiş. Turistik şehir turları çok dilli, Türkçe yayın var mesela. Bir günde yapılan etkinlik sayısı (350-500 etkinlik/gün) ile dünyanın önde gelen merkezlerindenmiş. Şehir 1900’lu yıllarda verimli toplu ulaşıma kavuşması için imar edilmiş. Başta Otto Wagner olmak üzere vizyoner mimar ve sanatçılarla Viyana’nın bir dünya şehri olması için çalışmalar başlatılmış. Bugünki metronun yapıtaşı olan 36 istasyonlu raylı sistem yapılmış.

Geçen yıl eylül ayında kampanyalı Pegasus uçak biletimi almış ve fotoğraf gezilerim için sıraya koymuştum. Gün geldi çattı. 24 mart 2014’te Viyana hava limanına indim. Toplu taşıma ile ulaşımı otele sormuştum ama taksi ile gitmeyi tercih ettim. Havalimanında yanyana desklerde seçenekler var. Adresi söylerseniz kaç paraya gideceğinizi baştan biliyorsunuz. 36 Euro karşılığında otelin kapısına kadar gitmek kolaydı ve zaman kazandırdı. Taksi şoförü Özgür, 15 yıldır Viyana’da yaşayan 27 yaşında genç bir Türk… Şehrin sosyal aktivitelerini seviyor ama son iki yıldır daha yoğun çalıştığı için eskisi gibi gidemediğini söylüyor. “Güzel bir ülke, insanları iyi. Eskiden ırkçılık varmış ama şimdi yok, kaynaşma olmuş. Bölgelerden oluşan Viyana’nın mesela 19. bölgesinde Avusturyalılar yaşar. 10.bölgeyi Türklere verirlermiş. Ama şimdi böyle değil, karıştık, mesela ben 11. bölgede yaşıyorum” diyor.

Otelim Viyana Trend Hotel Europa 1.bölgede yani Viyana’nın tam kalbinde. Arkadaşım Banu tavsiye etti ve çok memnun kaldım. Trafiğe kapalı Kärntnerstraße caddesinde bulunması, tarihi merkezlere, müzelere, toplu taşıma araçlarına ve muhteşem pastalarıyla Café Sacher’ye yakın olması ayrıca hoşuma gitti. Otele eşyalarımı attım ve çevrede yürümeye başladım. Ayaklarım nereye gideceğini biliyordu çünkü taksiyle gelirken görmüştüm. Café Sacher’nin kapısında sıra bekleniyor. Viyana’da bazı mekanlar ve müzelere girişte kaban ve sırt çantaları vestiyere bırakmanız gerekiyor, vermeden girecek olsanız da uyarıyorlar. Maksimum 1€ ücretle… Café içinde köşedeki en güzel yer bana gösterildi. Bir fotoğrafçı için geniş açıyla mekanı görebileceği böyle bir köşe müthiştir. Yanımda DSLR makinam yoktu çünkü ilk gün makinasız dolaşırım. Klasik olan pastasından yedim. Broşürlerinde şöyle yazıyor: “Sacher turta, iyi malzemelerin doğru sıcaklık ve nemde bir karışımı değil, 36 adımdan oluşan özel bir süreçtir.”

Çikolatalı pastanın nefis hazzıyla mekandan ayrılıp, karşısındaki Albertina müzesine yönlendim. Müzede paha biçilmez yağlı boya tabloların, alıştığımız altın varaklı görkemli çerçeveler yerine, sade ve gösterişsiz çerçeveler içinde sergilenmesi beni içindeki eserlerden daha fazla etkiledi diyebilirim.

Seyahate çıkacağımı bilen dostum Sibel, Viyana’da yaşayan bir Türk’ün telefonunu verdi. Aradım ve buluştuk. 40 yıla yakın bir süredir Viyana’da yaşayan artık çok uluslu olmuş, kültürlü, şehrin tarihini bilen, entellektüel kişinin ismi bende kalsın… Yarım gününü bana ayırarak unutulmaz bir rehberlik yaptı, yorulmadan anlattı, anlattı, anlattı. Kendisiyle yaptığım gezide bakmak ve görmek arasındaki farkı daha iyi anladım. Pek çok Viyana yazısında bulamayacağınız detaylar öğrendim paylaşmaya çalışacağım.

Avusturya’nın en pahalı binası Kärntnerstraße caddesinde St. Stephens katedrali çaprazında kapı numarası 3 olan Stock İm Eisen Platz. Venedikli bir asilzade yaptırmış. Zaten binadaki asma figürlü süslemeler, Akdenizlilik çağrıştırıyor. İçine girdim, en üst kata kadar çıktım. Muazzam. Binanın dış köşesinde cam bir fanus içinde eski bir ağaç kütüğü duruyor. İsmi ‘Demir Ağaç’ anlamına gelen “Stock im eisen”. Üzerindeki çivilerden artık ağacın gövdesi görülmüyor. Çeştli rivayetler var, bir tanesi şöyle: Eskiden sanatçı ve zanaatçılar kendilerini ispatladıkları zaman bu ağaç gövdesine çivi çakarmış. 15. yüzyıla kadar tarihi gidiyor.

Yan sokaklarından birinde kurucusunun ismiyle Café Leopold Hawelka’ya gittik. Şimdi hayatta değiller. Café içinde eşiyle birlikte büstleri duruyor. Yaşlı halleriyle, ölene kadar çalışmışlar. Hatta eşi Josefine’in hayattayken kendi elleriyle yaptığı, günde 3-4 kez sıcak sıcak servis ettiği “ekmekcik”lerden biz de yedik. Yağlı, içi erik marmelatı gibi… Çok lezzetli. Porsiyonda 3 parça var. Web sitesinde ‘Kahve ve kültür, böylece Viyana’yı anlayabilirsiniz’ yazıyor. Şehrin kült sanat cafesi olmuş. İlk hali neredeyse korunuyormuş. Önceden duvarlar kağıt kaplıymış, şimdi yağlı boyalı… Kültür ikonası Andrea Heller, Peter Ustinov, Elias Canetti gibi büyük sanatçılar gelir, sohbet ederlermiş. Eskiden masalara sürekli taze su servisi yapılırmış. Havelka’nın kırmızı tavanında bir iskambil kağıdı (Kupa as) yapışık duruyor. Hikayesini bizzat yaşadığı için anlattı. Uzun zaman önce 1980’li yıllar, sanatçıların da içinde bulunduğu bir grup Hawelka’ya gelir… içlerinden sihirbaz Christian Magic Flicflac oyunu ile iskambili atar ve tavana yapıştırır. O gün bugündür iskambil tavandadır. Hikayesini de çok az kişi bilir. Şimdi siz de öğrendiniz.

Şehrin altında yollar, tüneller varmış. Devlet daireleri ve sarayla bağlantılı. Hala yurtdışından gelen önemli konuklar için resmi ağırlama ve toplantılar yapıldığında yer altındaki yollar ve tünelleri kullanıyorlarmış.

Viyana’yı anlattığı sürece en sık tekrarladığı kelime ‘yapıtaşı’ idi. Yapıtaşı, yani merkezden, çiçek gibi çevreye yayılması. Herşeyin “bir”den başlama felsefesi. Yapıtaşı sağlam ise temel ve üzerine kurulan yapı sağlam oluyor. Viyana’da buna çok dikkat ediliyor ve yapılan bütün işlerin temeli bu felsefeye dayanıyormuş.

Kärntnerstraße caddesinde bir terzi var ve kapısının üzerine Osmanlı tuğrası bulunuyor. Bunu herkes bilmez diyor. Eskiden Çek asıllı bir terzi olduğunu, Osmanlı sultanı, İran şahı ve Avusturya kralına özel kıyafetler diktiğini söylüyor.

*** *** ***

Ertesi gün sokakları dolaşırken bir terzinin camekanı önünde durdum. İçeride bir kadın ve bir erkek, camın önüne koydukları tezgahta, doğal ışıktan yararlanarak dikiş dikiyor ve nakış yapıyorlardı. Vitrinde de geleneksel bir kıyafet duruyordu. Camı çaldım ve içeri gelebilir miyim diye işaretle sordum, güler yüzle evet anlamında başlarını salladılar. Geleneksel deri kıyafetleri Viyana’nın dışında kırsalda yaşayanlar, çiftçiler giyiyormuş. Özel dikim yapıyorlar. Elde dikiliyor ve üzeri sade bir şekilde işleniyor. Genç adam slow bir yaşamı tercih etmiş, çektiğim fotoğrafı göndereyim istedim ama bilgisayar kullanmıyorum diyor, mail adresi de yok.

St. Stephens katedralinin kulesine tırmanmak bir alternatif. 4€ luk bilet ile sadece güney kuleye çıktım. Kondüsyon sağlamsa çıkın derim. Gerçi aralarda dinlenme yerleri var eski zamanlardan, dilerseniz basamaklarda da oturabilirsiniz. Dar ve dik bir merdiven, döne döne yukarı çıkıyor. Merdivenlerin sonunda hediyelik eşya dükkanının pencerelerinden Viyana’yı tepeden izleyebilirsiniz.

Hop on hop off şehir turuna opera binası önünden binebilirsiniz. Bir kaç alternatifli hat var. 25€ ile hepsine binebileceğim olanı seçtim. Gün boyu, tura ait duraklarda sınırsız, inip binebileceğiniz için sakın biletinizi kaybetmeyin. Daha once belirttiğim gibi kulaklıklarda Türkçe yayın var. Hem etrafı izleyip, hem anlatılanları not etmeye çalıştığım için bazı detayları atlayabiliyorum. Mesela “Sanatın zamanı, özgürlüğün sanatı” sözünü sevmiş ve not etmişim, bunu kim ve neden söylemiş, nerede yazıyormuş hatırlamıyorum.

Schönbrunn sarayını kapsayan sarı hat ile başladım. Sarayda indim fakat muazzam kalabalık vardı. Altın varaklı mobilyalar, şatafatlı perdeler gözümde canlandı ve dolaşmak istemedim. Bahçede başka detaylar mesela saray camını silen bir insan benim için daha iyi bir fotoğraf oldu. Burası yazlık saray ama daha önceleri av sarayı imiş. 1990’lı yıllarda dünya mirası listesine girmiş. “Schönbrunn Sarısı” deyimleşmiş. Önceleri gri renkli iken tahminlere gore Viyana Kongresi sonrası sarıya boyanmış ve ekol olmuş. Bu sarayda, Mozart’ın 6 yaşındayken, imparator karşısında 3 saat boyunca eser icra ettiği, bittiğinde de kendiliğinden Maria Theresia’nın kucağına atlayıp sarılıp öptüğü söyleniyor.

Maria Theresia’dan sık sık bahsediyorlar. 16 çocuklu, hanedanın tek imparatoriçesi olan bu kadın, 40 yıllık hükümran döneminde halkı refaha kavuşturacak çalışmalar yapmış, eğitim seviyesini artırmış. Çocuklarını Avrupa’nın diğer ülkelerinde prensler, prenseslerle evlendirerek ülkesinin etkisini artırmış.

Bir de Kraliçe Sisi var… Saraydan ve adetlerinden sıkılmış ve derdini kimseyle konuşamamış. Ağaçlara, çiçeklere anlatmaya başlamış. Ayakkabılarını eskiyene kadar giydiği için hizmetliler sevmezmiş, eskiyen ayakkabıları iyi paralara satamadıkları için. Öğleden evvel alışılmışın tersine zahmetli özel yemekler yerine, ekmek ve beyaz sosis yemeği tercih edermiş. Bu sadeliği ve doğallığı ile saray görevlilerinin ve sosyetenin iğnelemelerine maruz kalmış. Bir nevi halk kahramanı, iz bırakmış, sıradışı bir kadın…

Belvedere sarayı dünya mirası listesinde. Bahçe Prens Eugen’in adeta cennetiymiş. Kendisi çiçek dikermiş. Hayvanat bahçesi ve botanik bahçesi kurmuş. Özel beslediği bir arslanı varmış. Misafirlerini korkutmak için üstlerine salarmış. Prens öldüğü zaman çok şiddetli kükrediği söyleniyor. Bahçedeki kadın heykellerinin vücutlarına dikkatle bakarsanız aslan figürünü görebilirsiniz. Saray iki büyük bina ve arasında kocaman bahçeden oluşuyor diyebiliriz. Alternatifli bilet alabilirsiniz. Ben yukarı (upper) ve aşağı (lower) Belvedere dolaşmak için bilet aldım. Her iki binada da sergiler vardı. Galiba yukarı binadaki çeşitli resim akımlarına ait koleksiyonlar saraya ait olabilir yanılmış olmayayım. Aşağı binadaki galeride savaşı anlatan eserleriyle Albin Egger-Lienz sergisi bence vurucuydu.

Viyana sokaklarında dolaşırken kulağıma rüzgar çanının melodisi takıldı. Sesi takip edince bir porselen mağazasına vardım. Tavan komple çeyrek tabaklarla bezenmiş ve klimanın hava hareketiyle sallanıp ahenkli bir ses çıkarıyor. İsmini söylediler ama unuttum bir tasarımcıya ait. Emek peşinde olduğum için porselen yapılan yeri nasıl görebilirim dediğimde fabrikayı tarif ettiler. Katedralin oradan taksiye atladım ama dönüşte yürüyerek geldim, uzak değil. Augarten porselen fabrikasına gittim. Kocaman düzenli bir bahçe içinde, yatay formda zarif bir bina… Kuğu gibi. Müzeyi dolaştıktan sonra üretime girerek fotoğraf çekme hayalim vardı, görüntülemenin yasak olduğunu öğrendiğimde ise ağlamanın eşiğindeydim.

40 metreden daha yüksek uçak savar kulesi, porselen fabrikasına çok yakın ve görmemek imkansız. II.dünya savaşında yapılmış, dev gibi beton kütle… Üzerinde yazan ‘Amargasaurus’ ismini bir dinazor çeşidinden almış. Tahminim dinazorun özelliklerinden yola çıkılarak bu ismi seçtikleri yönünde.

Opera binasının olduğu merkezde diğer tur otobüsüne binerek, ilk durak olan Hundertwasser sanat evinde indim. Sanatçı Friedensreich Hundertwasser’in “yatay büyürsen tabiata yaklaşırsın, dikey büyürsen egolarına” anlamına gelen bir sözünü not etmişim… Düz çizginin yaratıcılığı kesinlikle yok ettiğini belirten sanatçının tasarladığı bu binada müze, sergi alanı ve bahçesinde café var. Yerler dahil düz alan yok gibi… Fakat bu size aykırı ve yaşanmaz gelmiyor. Aksine akışkan bir ortam, rahat, geniş. Ve çok doğal. Binada, eğimler içinde dolaşırken hiç rahatsız olmadığımı farkettiğimde şaşırdım. Belki de gerçekten düz çizgiler bizi kısıtlıyordur. Burada Fotoğrafçı Andreas H. Bitesnich sergisini iyi ki görme şansım oldu diyorum. Çıplaklığı pornoya kaçmadan sanata dönüştürmüş fotoğrafla. En çıplak haliyle insanlar görüyorsunuz ama estetik hatta matematik algılıyorsunuz figürlerde. Bence müthiş bir başarı.

Viyana Üniversitesinin merdivenlerinden çıkıp ana binaya girince, karşıda kocaman kapılarla avluya çıkışı görüyorsunuz. Avlunun ortasında önünde çeşme ve ayaklarının etrafını dolaşan yılan figürü olan kadın heykeli var. Yunan mitolojisinde sanatsal ilham gücünün simgesi tanrıça Castalia’ya ait… Bahçedeki öğrencilerin kimi çalışıyor, kimi muhabbette, kimi gözlerini kapatmış güneşe teslim, kimi müzik dinliyor… Hiç gürültü yok. Kalabalık var, telaş yok.

Mozarthaus’a gitmenizi öneririrm. Ben evini çok sevdim. Müze olmuş. Eşyalar yok. Ve hangi odanın hangi amaçla kullanıldığı kesin bilinmemekle birlikte tahmin ediliyor. Binanın ikinci bodrum katında ufak ve modern konser salonunda her gün farklı etkinlik var. Bilet aldığım gün Jetlag Allstars isimli üç kişilik grup, enstrumanlarına dans ettirdiler neredeyse. Çok sevdiğim bir dostumun Viyana’da yüksek lisans yapan akıllı ve güzel kızı ile o akşam buluştuk ve önce meşhur Figi Müller şnitzelini yedik ardından konsere gittik. Biftek dilimleri özenle dövülerek tabak çapını aşan incecik hale getiriliyor, kaplamasıyla kızartılıp şnitzele dönüşüyor. Farklı lezzetleri deneme eğilimindeyseniz öneririm.

Natural History müzesinden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Yeryüzündeki bütün taş çeşitlerinden başlıyor, dinazorlara, su canlılarına, böceklere, kuşlara, memelilere kadar tüm canlı ve yapıtaşları sergileniyor. Bu doğal zenginlik karşısında Tanrının ne kadar büyük olduğunu, tam karşıdaki Kunsthistorisches müzesindeki eserleri görünce de insanın ne kadar zarif bir üretkene dönüşebileceğini tekrar idrak ettim. Aynı müzede Fabergé eserlerinin sergisi vardı, dünyaca ünlü mücevher yumurtaları görmek büyük şans ve zevkti. Bu iki müzenin tam ortasında Museum Quarter çok büyüktü, vaktim yoktu, yarım yamalak gezmektense hiç girmemeyi tercih ettim.

NaschMarkt her gün açık olan iki bölüm halinde bir pazar. Cafeler, peynirciler, şarkütericiler, mezeciler… Hediyelik eşyacılar, üreticiler, kıyafet satanlar… Genellikle yemek almaya ve cafelerde oturmaya geliniyor gibi… Bir sirkeciGegenbauer ile tanıştım. 1929’dan beri üretiyorlar, onlarca çeşit sirkesi var. İnanamadım ama baldan bile yapmışlar…

Konserlere gitmek için konser salonlarından bilet almak zorunda değilsiniz… Tabi büyük yeni yıl konserini saymıyorum. Oranın binası da farklı ve günün belli saatlerinde rehberle gezdiriyorlar. Diğerleri için geleneksel manto gibi kıyafetleriyle meydanlarda bilet satan gençler var. Son gün gittiğim konser, Auersperg Sarayında, Strauss ve Mozart eserlerini çalan oda orkestrası idi. 8 kişilik orkestra, balet, balerin ve bir çift opera sanatçısı ile onlar da geceyi unutulmaz şova dönüştürdüler.

Yeni bir şehre gittiğinizde benim gibi müzelerini dolaşıyorsanız eğer Viyana’nın pahalı geldiğini söylemeliyim. Bir dönem tek biletle bütün müzeler gezilebiliyormuş diye duydum. Doğru ise önemli bir fayda!

Bisiklet yolları var. Daha doğru ifadeyle şehirde bir de bisiklet gerçeği var. Yollar ve trafik ışıkları da buna göre düzenlenmiş. Geçmiş yıllarda İstanbul’da Bağdat Caddesine bisiklet yolu için şeritleri yaptılar, efektif olmadı sonra da iptal edildi. Göstermelik bir kaç kilomatrelik bisiklet yolu yapmakla olmuyor, bunun bir kültür bütünü olması gerekir. İşleri bir nokta gibi değil, başı ve sonu olan, süregelecek ve süregidecek süreçler olarak tanımladığımızda başaracağız. Yani yapıtaşı ve etrafına eklenecek, bütünlüğü koruyacak, anlamı bozmayacak halkalar olacak.

Cafelerde garsonların iki kere tekrarlamak istemiyor gibi halleri var. Genci yaşlısı vızır vızır çalışıyor, pire gibi koşuyorlar. Sipariş alıyor, servis yapıyor, hesap alıyor, masa siliyor, boşları topluyor. Arı gibiler… Ve sanırım bu yoğunlukta yavaş konuşan ya da kararsız müşteri oldu mu diğer masaya geçip ikinci turda yanınıza geliyor. Bir de en çok pasta servislerini tek çatalla yapmalarını sevdim. İşte bu! Ufacık tabağa bir de bıçak koyarak servis edilmesini oldum olası pratik bulmam.

Sonuç: Şehirde dolaşanların çoğu yabancı. Kendi ülkemin neyi eksik diye düşündüm! Aslında fazlamız var!! Parklar yerine AVM’lerimiz var. Meydanlar yerine Camdan kulelerimiz var. Tarihi binalarımız yerine beton sitelerimiz var. Bisiklet yolu yerine, çılgın bir trafiğimiz var. Ucuz bir toplu taşıma yerine her seferinde bilet parası var. Ama turist bunlara gelmez… Şehrin dokusunu, tarihini, kültürünü, sanatını ister… Türk Sanat Müziği konseri verilebilen şöyle görkemli bir salonumuz var mı? Halk oyunlarını sergilediğimiz geceler? Heykeli ucube yapmasaydık, tiyatrolarımız nefes alsaydı, daha çok insanımız sanat performanslarına yatırım yapacak geleceği görseydi, kadınla erkeği insanca eşit görebilseydik, güneş o zaman doğudan yükselir ve aydınlığını korurdu.

Göremediğim, vaktimin yetmediği ve aklımda kalan iki yer var. İlki ulusal kütüphane. İkincisi İspanyol Binicilik Okulu The Spanish Riding School müzikle atların dans gösterisi. Şehrin merkezinde parlamento meydanında olan bu etkinlik benim Viyana’da olduğum tarihlere denk gelmedi. Giden olursa izlemenizi tavsiye ederim.

Havaalanına gidiş: Metro ile LandstraBe durağından CAT (City Airport Train) binebilir ve 16 dakikada durmaksızın havaalanına gidebilirsiniz. Tek bilet 12, Gidiş-dönüş 19 Euro. 1 ve 1A numaralı Türk Havayolları ve Pegasus terminalleri ana binadan dışarı çıkınca yaklaşık 250 m yaya mesafede. Zamanınızı buna göre ayarlayın.

Sevgiyle,

24 – 29 Mart 2014

 

Leave a Reply

Your email address will not be published.