Central Park – Columbus Avenue fotoğrafları ile New York notlarıma devam…
New York’a geleli 10 günü geçti. Uzun zamandır burada yaşıyor gibi hissediyorum. İlk birkaç gün içinde şehrin sistematiğini çözüyorsunuz. Hele size tüyo veren birkaç arkadaşınız varsa hayatınız daha da kolaylaşıyor.
Uzun süre kalacağım için hemen bir T-Mobile gsm hattı aldım, limitsiz seçenekler var. Limitsiz kullanım haftalık ya da aylık metro kartları var, ben haftalık tercih ettim. Artık kartı tek seferde okutabiliyorum, oysa ilk günlerde defalarca geçirip uğraştığımı hatırlıyorum. Ufak bir püf noktası var ama anlatmakla olmaz tamamen el alışkanlığına dönüşüyor. Metro kartınız varsa her yere ulaşabilirsiniz demektir. Ve tabi metro hatlarını da öğrendim, yanımda sürekli taşıdığım metro haritası ile. Manhattan, avenue’lerle dikey, street’lerle yatay bölünmüş durumda kutu kutu. Avenue’ler doğudan batıya sayıları artıyor, Streetler de aşağıdan yukarıya doğru. Böylece bir köşe başında tabelalarda “East” ya da “West” yani doğru-batı gördünüz mü yönünüzü çözdünüz demektir. Baktınız yine olmuyor (ki ben bir ileri bir geri deneme yanılma çok yaptım) ya birine soracaksınız ya da deneme yanılma yapacaksınız.
İnanır mısınız insanoğlu bir garip! Burada dikkatimi çeken ne oldu biliyor musunuz? DÜZEN. Evet her şey çok düzenli, planlı, sistematik. Her şey düşünülmüş. Şehir, yaşayanlar tarafından neredeyse %100 kullanılıyor. Ve herkes eşit. Kimse kimseye bakmıyor. Gürültü, uğultu, kargaşa yok.
İlk birkaç günü yaşadıktan sonra buradaki “düzen”in dikkatimi çekmiş olmasına çok şaştım. Oysa, hep konuştuğumuz imge şuydu: “New York, çok kalabalık. Tehlikeli, bin bir çeşit insan var. İnsanlar üstüne üstüne gelir.”
Bunların bir klişe olduğunu ben kendi gözlerimle gördüm. Kalabalık var evet ama İstanbul Eminönü ya da İstiklal Caddesi’nden daha fazla değil. İnsanlar üstüne üstüne gelmiyor aksine birbirine yol vererek, birbirini ezmeden, eğer çarparsa hemen özür dileyerek bir yerlere gidiyor geliyor.
Genel tuvaletler temiz, su içme üniteleri var. Parklar, müzeler ve kütüphaneler her daim insanlarla dolu ve çocuk, genç, yaşlı, engelli, ayağı alçıda vs durumu ne olursa olsun geziyor, izliyor, okuyor, dinliyor, öğreniyor.
Burada özgürlük ve eşitlik beni en çok etkileyen unsurlar oldu. Daha ilk dakikalardan hissediyorsunuz. Etnik, siyasi, dini, cinsi vs herkes eşit. Biz Türkiye’de ne yapıyoruz böyle diye soruyorum kendime. Her geçen gün geriye adımlarla bir takım acayip konuları tartışırken temelinde insan haklarından ne kadar uzaklaştığımızı fark etmiyoruz bile.
Şehrin kullanım oranının yüksek olduğunu hissettiğimi yazmıştım ya gerçekten sanki her şey elinizi uzatsanız ulaşılabilir nitelikte ve netlikte. Genel tuvaletlerde, bozuk sifon, bitmiş kağıt, ıslak yerler, koku yok.
Çok yaşlı olmanız eve kapanmanız anlamına gelmiyor. Çok yaşlıysanız sokaktanız, metroda, koşuda, markette… Her yerde.
Kadınsanız, eteğiniz kısa, dekolteniz açık diye kimse size yiyecek gibi bakmıyor. Hatta kimse kimseye bakmıyor. Hatta bakmak ayıp. Ben merakımdan bakmak istiyorum ama sonra hemen gözlerimi yere indiriyorum.
Bir şehri, kısa bir süre gördüm diye ahkam kesmeyeceğim ama bu şehirde şu ana kadar 12 günüm geçti. Her milletten, yaştan, cinsiyetten, dinden bir sürü insan burada hayatın merkezinde “insan” olarak yaşıyor, görüyorum. Kocaman kaldırımlarda, omzuma biri mi çarptı, köşeyi dönerken araba üzerime çıkar mı endişesiyle yürümüyorsunuz. Bu eşitlik ve özgürlük duygusunu ben çok sevdim.
Oysa, biz içerde etnik, cinsiyet, din, azınlık diyerek kendimizi pek çok parçaya ayırmaya çalışıyoruz. Şunu düşündüm: Siyahların ezildiği, Kızılderililerin asimile edildiği, Japonların atom bombasıyla vurulduğu, Müslüman toplumların mezheplere göre demokrasi! uğruna bölündüğü dünyada, üstelik arkasında Amerika’nın olduğunu bildiğim dünyada içerde nasıl bu kadar temiz ve güvenli kaldığına şaşırdım önce. Bu bir strateji bana göre. Geçmiş yüzyıllarda içerde birbiriyle savaşmanın, enerjiyi boşa tükettiğini görmüş ve bundan ders çıkarmış olmalılar. Sistemini ve yasalarını tartışmasız uygulayarak herkesi eşit konuma getiren bu ülke, kendi bahçesini temiz tutmak için dışarıda aynı karmaşayı çıkarıyor diyorum. Böylece içerde sakin kalmayı başarıyor. Bunu yaparken geçmişini de şeffaflıkla sergilemekten çekinmiyor. Tıpkı MoMA müzesindeki Vietnam savaşı dönemine ait aşağıdaki eleştirel iki resim gibi.
Bu yazıyla alakası var ya da yok bilemiyorum ama biz başarılı olmak için önce kendimiz gayret etmeliyiz. Başarılı olmak için başkalarının başarısız olmasını beklemek ve bu yolla elde edilmiş başarı, bence büyük bir yenilgidir.
Sevgiyle,
Armağan Portakal
Haziran 2012
Not: Şunları da söylemeliyim. Eşyaların esiri değiller ve hijyen de değiller. Ben çantamı yere koyamam mesela, onlar metroda yere koyuyor. Ne sadece çanta mı, kahve bardakları, yemek torbaları… Yerlere de tükürüyorlar, a aa çok ayıp ama… Bazen de güzel ve bakımlı insan görmek istediğim oluyor…
Leave a Reply