Gözünü sevdiğim bahar ayları. Bahar öyledir ki ne sen onun üzerinde, ne o senin üzerinde baskı yapmaz. Doğa ile dengeli bir flörttesindir. Tatili hariç tutuyorum yaz da kış da insan üstünde hâkimiyet kurar. Oysa bahar öyle mi ya!
İşte kış ağırlaştığından beri fotoğraf çekimlerinde kısıtlanmaya başladım. Alternatifleri üretmekte zorlanır oldum. Bu hafta bir arkadaşımın mutlaka gör dediği Garipçe Köyü’ne gittik. İstanbul’a yakın, Sariyer’i geçince bir kaç km ilerde. Karadeniz’e bakıyor, ufacık bir balıkçı köyü.
Hava çok yağışlıydı. Önceleri tatlı tatlı atıyordu ki biz o anda kahve keyfi yapıyorduk. Sonra hızlandı, baktım dineceği yok, şemsiyenin sapını montumun içine sokarak elimde fotoğraf makinemle dolaşmaya başladım. Fatih deniz kenarında kahve keyfine devam etti.
Garipçe Köyü, adı nereden geliyor diye merak etmedim. Merak edersem internette arar bulurum. Ben gittiğim yerde dolaşmaya başlamadan önce duruyorum, etrafıma bakıyorum. Resmen içimin sesini dinliyorum ve başlıyorum canımın istediği yöne doğru ilerlemeye.
Dik bir tepeden kıyıya doğru yerleşim var. Köyü, karınca yuvasına benzettim. Daracık sokaklar, yokuşlar, onlarca merdivenle birbirine bağlanmış. Birinin damı, birinin bahçesi, birinin penceresi, yol, merdiven her şey birbiriyle kaynaşmış.
Neyse ben göğsümle mont arasına sıkıştırdığım şemsiyem ile önce kaleye çıktım. Yani kale kalıntısının üzerine. Yağmur, çamur, kaygan zemin! İnanın normal zamanda yani fotoğraf çekmeyecek olsam bırakın kalenin tepesinde çamurlarla boğuşmayı, yürüyüşe bile çıkmam böyle havada. Hava açık olsa, ışık olsa görüntüler çok daha güzel olacaktı. Ama olsun benim fotoğraf maceram zaten en güzelini çekmek değil, anları dondurmak, yıllar yıllar sonra elime aldığımda hatıraları konuşturmak. Belki yaşlandığım bir günde bu resimlere bakınca “Vay be, yağmur çamur dinlemiyor, keklik gibi sekiyordum. Ne günlerdi” diyeceğim.
Kalenin altına inen dehliz gibi karanlık, çöplüğe dönmüş bir kapıdan geçtim. Yine normalde geçmeyeceğim türden. Bu fotoğrafçılık insana cesaret mi veriyor ne J Denize daha yaklaştım. Kalenin altında tüneller devam ediyordu ama cesaretin de bir sınırı var, gitmedim.
Yalnız her yer çöp dolu. Bu sadece Garipçe Köyüne has bir durum da değil. Çok yerde aynı durum söz konusu. Ben, kendimizi anlamıyorum. Manzara güzel diye çıkıp, elimizdekileri ortalığa saçıp geri dönerken nasıl içimiz sızlamıyor? Bu fotoğraflarda bolca çöp göreceksiniz, kadraja özellikle girmesini istedim.
Havadan dolayı halkı genelde evlerdeydi. İki şirin çocuk pencereye sürekli vurarak kendilerini bana göstermeseler o fotoğraf da olmayacaktı.
Enteresandır köye dair izlenimim “çoğa tamah etmedikleri” duygusudur.
Garipçe’den ayrılıp Rumeli Feneri’ne yemek yemeğe gittiğimizde “bi tur atayım öyle geleyim” dedim ayrıldım Fatih’ten. İyi ki öyle yapmışım, bir bahçenin yanından geçerken 85 yaşındaki ihtiyar delikanlı Suphi Mustafa bey amcayla tanışma şansını yakaladım. Oturmuş odun kesiyordu. Daha birkaç aylıkken gelmiş Rumeli Feneri’ne. Çocuklarından torunlarından bahsetti. Resmini göndereceğime söz verdim. Bana göre en anlamlı fotoğraf O’na ait oldu. 85 yaşında bir hayat ağacı ama gözleri capcanlı…
Anılar hanesine bir albüm daha koyduk. Bu hafta doğa ışığını esirgedi ama bereketini koy verdi, yetmez mi?
Sevgiyle,
Armağan Portakal
Ocak 2012
- İstanbul
- İstanbul
Leave a Reply