Yıl 2011, aylardan haziran. Sadece Özer Hoca’yı (Prof. Dr. Özer Kanburoğlu) tanıdığım bir grupla Fener Balat bölgesine fotoğraf gezisine katıldım. Bir araya geldikten sonra caddeye yöneldik ve Fener Rum Patrikhanesi’nin ters istikametinde sağa dönerek yürümeye başladık. Ben o zamanlar gözüme ilişen ne varsa çekmeye çalışıyordum henüz ışık olayını çözmemiştim, hatta ışığı keşfetmeme daha dört ay vardı. O nedenle ne görsem deklanşöre basıyordum. Hal böyle olunca gruptan kopmuşum. Sokağın ucunda kalabalığı görünce de yakalarım diye acele etmedim. Yanlarına vardığımda ise bizim grupla alakaları olmadığını anladım. Bu semtler fotoğrafçıların adeta laboratuvarıdır. Gerek İstanbul içinden, gerekse dışından gelenler sokaklarını doldurur. Dolayısıyla nereye baksanız elinde makinasıyla dolaşan insanlar görebilirsiniz ve uzaktan herkesi tanıdık sanabilirsiniz, tıpkı benim gibi.
Neyse ben o sokak bu sokak derken labirent gibi yerde gruptan tamamen koptuğuma karar verdim. Madem geldim dönmek yok, tam yol ileri dedim kafama göre dolaşmaya başladım. Uzun bir zaman sonra bir caddenin girişinde masa, başında da iki tane polis gördüm. Nerede olduğumu da bilmediğim için sordum onlara “Neresi burası?” diye, zaten cadde ortasında masa başında oturmaları da tuhafıma gitmişti. Cevap şuydu “Burası Çarşamba”
Önce bir irkildiğimi daha doğrusu iliklerime kadar ürperdiğimi bugün gibi hatırlıyorum. Çarşamba denen bölge aşırı muhafazakarlığı ve tarikatlarıyla ünlenmiş bir yer. Benim üzerimde ise spor ayakkabı, kısa şort, pembe penye bluz, boynumda pembe yemeni ve saçımda her zaman ki gül toka var. Sırt çantam ve fotoğraf makinemi unutmayalım. Yani, bize anlatılanlara göre bir an öne oradan uzaklaşmalıyım.
Bir taraftan içimde ürpertiler geziyor, çünkü yıllardır Çarşamba için pompalanan bilgileri hafızamdan soyutlamam imkansız, diğer yandan bu kadar yakınım, geri dönmek olmaz diye düşünüyorum.
Sonunda şöyle karar verdim. “Armağan, en azından en kötüsüyle bile karşılaşsan senin tecrüben olacak. Kulaktan dolma sözlerle hareket etme. Caddeye dal. Ne olacaksa kendin gör!” dedim ve başladım ilerlemeye caddede.
Ara sokaklarını bilemem ama cadde boyunca yürüdüm, fotoğraf çektim, yol sordum. Evet semt muhafazakar ama oradan geçen yabancıları rahatsız edecek herhangi bir durum yoktu. Kahvede oturanların fotoğrafını kendi istekleriyle çektim. Yol sorduğum bir genç ısrarla yüzüme bakmadan konuştu, hatta O’nunla muhatap olduğum için bana sinirlendiğini hissettim ama bu kadar. TV’lerde gördüğüm manzaralardan eser yoktu.
Çarşamba’ya girmeseydim, yolumdan dönseydim Kariye Müzesini, Fethiye Müzesini göremeyecektim. Yolumdan dönseydim, cesur davranmasaydım, Çarşamba’ya ilişkin anlatılanlardan hep korkacaktım.
O gün verdiğim karar aslında bir hayat dersi gibi oldu. Kulaktan dolma bilgilerle değil, gerçeklerle, doğru analizlerle işimiz olmalı bizim. Bolca süslenmiş hikayelerle değil. Bize sunulanları hemen kabul etmemeli, sorgulamalı ve insan bunların içinden kendi kararlarını çıkarmalı.
Bu fotoğraf işi çok enteresan. İnsana bir cesaret verdiğini düşünüyorum. Çünkü, normalde girmeyeceğim, çıkmayacağım yerlere gidebiliyorum. Fatih bunun başıma bir gün dert açacağını kulağıma hep fısıldıyor. O dikkat et dedikçe ”endişe edecek bir şey yok, bakmadan göremem, görmeden çekemem” diyorum.
Anladığınız gibi bu hafta eskilerden bir hikaye çıkardım. Çünkü, hafta sonu bitirmem gereken bir çalışmam var. Yani fotoğraf çekmeye zamanım yok. Ama penceremi boş bırakmak da istemedim. Zaten fotoğraf bahane, sohbet şahane, değil mi ya 🙂
Sevgiyle
Armağan Portakal
Haziran 2011
Leave a Reply