Eşyanın İktidarı

1024 586 Armağan Portakal

Evimizde bir odamıza komple yeni dolap yaptırdık. Sebebi ise basit: Ortada olmasınlar, dağınık görünmesinler, tertipli dursunlar. Duracak olan ne? Eşyalar!

Değişecek olan ufak dolapların içini boşaltırken dank ettim durumu… Uzun değil çok uzun zamandır kullanmadığımız yığınla eşya vardı. Bir gün lazım olur, saklayalım diyerek kutulara, çekmecelere, raflara koyduğumuz eşyalar!Oysa kendimizle övünürdüm, kullanmadıklarımızı bekletmeden, ihtiyacı olanlar için derneklere veriyoruz, verdikçe ferahlıyoruz diye. Yetmemiş belli… Ufak dolaplar yerine daha büyük dolaplar yaptırdık. Elbette ki çok elzem olanlar ve hatıralarımız da yer alıyor içlerinde. Fakat insana az yetmiyor, çok artmıyor.

 *** *** ***
Şimdi düşünüyorum. Biz mi eşyaya, eşya mı bize iktidar? Vedalaşamadığımız, ayıklayamadığımız, satın aldığımız eşyalar ayağımıza birer pranga değil mi? Daha çok yer işgal eden, bizi yeniden masraf yapmaya iten bir sarmal… Mutluluk için aldığımız onca şey, özgürlüğümüzü kısıtlayan altın zincirin halkaları değil mi?
*** *** ***
Gerçekten daha fazlasına ihtiyacımız var mı? Olanlar yetmiyor mu? Dedemin evini hatırladım. Konak gibi büyük bir ev idi. Ananemin (anneanne yazmak samimiyeti bozuyor endişesine kapıldım) yatak odasında, yatağının başucunda, buzlu cam kapaklı gömme bir dolap vardı. Torunları olarak o yaşlarda, bize gizemli, oyuncaklı ve eğlenceli gelen özel eşyalarını koyardı. Gardrop ve tuvalet masası bir de… Çocukların odasında ise yüklük ve aynalı konsol. Beş çocuklu bir evde hepsi bu kadardı. Ve bu dolaplar tıka basa dolu da değildi.
Savaş görmüş, tasarruf etmeyi bilen bir neslin torunları olarak bizler üretmekle değil tüketmekle mi meşguluz? Çuvaldızı kendime batırarak önce davranışlarımı değiştirmeye çalışacağım. Çünkü bu daha kolay. Sonra alışkanlıklarım değişmeye başlayacak. Bunu yapabilirim…
*** *** ***
Size “Charlotte kuralı”nı anlatmak isterim. Nil Karaibrahimgil’in 2008 tarihli yazısını aynen alıntı yaparak:
Charlotte, Paris’te yaşayan çok güzel bir kızdır. O kadar güzeldir ki, sarı saçları şelaleler gibi omuzlarından kollarına dökülür.
Boyu upuzun, bacakları upuzundur. Bir reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak çalışır. İyi para kazanır. Ailesi çok varlıklıdır hatta. Geçen yaz, Güney Fransa’daki malikánelerini, Brad Pitt-Angelina Jolie çiftine kiralamışlardı. Hatta, “Geldiğimizde evde, hizmetlilerden başka kimse olmasın” diye tembihlemelerine rağmen, Charlotte gidişini muzipçe geciktirmiş ve bu meşhur çiftle tanışmıştı. Bense Charlotte’u geçen hafta Paris’te tanıdım. Şu ana kadar, fütursuz bir roman girişi gibi gelişen bu bilgileri almanız, kuralı sorgulamamanız açısından önemli.

Paris’te, bir arkadaşım beni Charlotte’un evine davet etti. Bilirsiniz, insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark etmeden ve ettirmeden incelerler. Hatta benim en sevdiğim şeylerden biri, sokakta, perdeleri sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara şahit olmaktır. İnsanın içi, insanlığa ısınır. Dersin ki, “Oh… Üç aşağı beş yukarı aynı şeyler işte!” Ben de, böyle gözlerle incelemeye başladım biraz önce tanıdığım bu güzel Fransız kızın hayatını. Herkesin evinden yola çıkıp, kendisine varmak mümkün.

Fakat bu evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı bu evde. Gerektiği kadar. Mesela, bir şampuan bir sabun. Küvetin kenarında öyle yalnız başlarına… (Birbirleriyle uzun zamandır konuşmadıklarına eminim.) Minnacık bir dolap. İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı. İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak. Birkaç mum. En fazla on tane kitap. Hiç ruj yok! Çantasındaymış. Zaten lipstick o da… Hayatta bazen, birleştirdiğin kalıpların tamamen dışı bileşimler olur da, şaşakalırsın ya. Başa dönersin ya. Bir yerde bir hesaba, olmazsa olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek bir örnekle, kendini siler ya. Öyle oldu bana. Gözlerindeki silik eyeliner dışında, süsü de yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu? Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu kadar az şeyle, içi çok oldu? Anlayamadım. Çözemedim. Ona zaten banyosunu gördükten sonra, “miss simplicity” adını takmıştım hemen. Bayan Sadelik. Beni şaşırtan şey, aynı zamanda modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi. Olağanüstü… Kendi hayatım, arı kovanı gibi başımda vızıldamaya başladı. Paris sokaklarında beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir şey alamadım. Hep sordum: buna gerçekten ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir şeyim var mı?… Koca koca alışveriş merkezleri, bizi kandırmak için birbirleriyle iddiaya girmiş ahtapotlar gibi gelmeye başladı. Kaçtım, kaçtım, saklandım. Sahip olduklarımın, yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. Hayatı ağırlaştıran şey, seçim çokluğu. Az şey kadar güzeli yok. Gereği yok. Sonumuz belli. Banyoda bütün ürünler, dopdolu şişelerle birbirlerini köpürtürken, hiç giymediğimiz kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt’lere dolapta el şakası yaparken, hiç açılmamış kitaplar kendi kendilerine konuşurken… Biz orada olmayacağız. Üstelik onlar da, boşu boşuna bizden başka kimsenin olmamış olacak.

Anladınız değil mi Charlotte kuralını.

Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/magazin/yazarlar/10045849.asp

Sevgiyle,

Armağan Portakal

Haziran 2014

Leave a Reply

Your email address will not be published.