BOZCAADA

700 495 Armağan Portakal

Ekim 2011

Biraz uzak bir yer seçtik. Bozcaada! Yol uzak, feribot saatleri kısıtlı, İstanbul’da hava yağmurlu. Tabi ki bunlar fikrimizi ve rotamızı değiştirmedi. Her tecrübe, bizim tecrübemiz olsun dedik kararımızdan dönmedik. Nerede kalalım faslı için Google ve Ekşi Sözlük sağolsun. Karşımıza seçenekleri koyuverdi. Hızla seçenekleri eledim. Resimler, yeri derken Eleusis Otel’in hikayesi de hoşuma gitti, telefon açtık yer ayırttık.

İstanbul’dan arabayla çıktık, iki aktarmalı feribot ile akşam 19.30’da vardık. İlk akşam komşu restaurant Sandal’a gittik. O ne mezeler öyle! Tavsiyemiz balıkla karın doyurmayın, şevket-i bostana kadar inanılmaz mezeler var. Kaldığımız otel’de bir patlıcan böreği yedik, bence spesiyalitesi. Zaten internette de patlıcan böreğinin methiyesini okuyup etkilenmiştim. Bir enginar yedik, üzeri damla sakızlı portakallı falan kıvamlı bir sosu var. Bir vişne soslu sarma yedik. Bir mor üzüm reçeli, domates reçeli.

Şarap da çok güzeldi. Bozcaada’da şarabın ismini koydum, artık “Aslan Demi” diyeceğim 🙂

Fotoğraf aşkına kör sabah kalkıp, tepe-bayır 3-4 saat dolaştım. Sabah ışıklarının çok daha güzel ve dramatik etki verdiğini aylar sonra Kerpe’de fark ettim. Bu fotoğraf işinde çok çekmek, çok denemek, her işte olduğu gibi şart. Oysa önceden öğlen güneşinde çektiğim için resimlerim hep parlak, ışık patlak olurdu. Şimdi ayrıca beyaz ayarını flaşa getirince, dramatik etkiyi artırmaya çalışıyorum. Deneme, deneme bol deneme! Özer Kanburoğlu’nun “İyi fotoğraf nasıl çekilir?” kitabı da başucu kitabım oldu.

Bozcaada’ya ilk gelişim. Adayı gündüz gözüyle görünce neden “Boz” dendiğini daha iyi anlıyor insan. Adada boz renkli araziler hayli çok. Söylenenlere göre bayramda  40.000″den fazla ziyaretçi gelmiş. Sokaklarda yürüyecek yer kalmamış. Adada ekmek bitmiş, su bitmiş. İnanması zor ama gerçek. Bunları duyunca gözümüz korktu, demek ki bayramlarda gelinmeyecek. Oysa şimdi neredeyse “mutlak sessizlik” hakim. İnsan zamanı elleriyle tutabiliyor. Sindire sindire yaşayıp, zamanı sen istersen koyveriyorsun sanki.

Adanın kuralları var. Naylon poşet yasak mesela. Alışveriş file, kese kağıdı ile yapılıyor. Adanın bir bölümündeki sokaklar, evler çok şirin. Çiçekler, ağaçlar, salkımlar, bembeyaz sakız gibi badanalar, mavi ya da lacivert çerçeveler!  Zaten bu renkler de bir kural.

Rüzgar güllerini görmemek olmaz. Akşam 18.00’de kapıları açıyorlar, güneşi batırmak için alana giriş serbest. Güllerin sesi “vuuvv, vuuvv” diye havayı yarıyor. Tabiat harikası onca şey varken rüzgar güllerini çekmeyi kendi kendime garipsedim aslında.

Ben fotoğrafın ölümsüzlük olduğunu düşünüyorum. Çekilen her resim geleceğe o günkü haliyle kalıyor. Gelecekte biz olmayız ama o resimler bir yerlerde durur.

Resim çekmek için gittiğimiz o yerle ilgili aklımda ne kalırdı diye düşünerek fotoğraf çekiyorum. İçimden neyi çekmek geliyorsa, bana bir hikaye anlatıyorsa. Yıllar sonra çektiğim yerlerin resimlerine tekrar bakınca hem biz, hem oralar değişmiş olacağız. Ama hatıralarımız taze kalacak.

03.10.2011

Leave a Reply

Your email address will not be published.